28 Temmuz 2016 Perşembe

Beni Gördü,





Şair vurdu kalemi kağıda, canına okudu mürekkebin. Dirsekleri masanın canını yakıyor fakat siniri gözüne perde duruyordu. En gözde masası. Saçmalık! Tek gözde masası.
Saat geceyi bilmem ne geçe. Kurtların şehirden evlerine çekildiği o mavili gökyüzü vakti. Her şeyin güneşe kavuşacağı o saatler işte. Evlerinde uykuyu soluyanlar, dudakları ıslak tütün kokan yalnızlıktan her akşam yatakta ölen kadınlar, uyuyamayıp bedenlerinin altında ruhunu çarpıştıran çiftler, birbirlerini altına alma çabasında olanlar, park köşesinde sızmış berduşlar, uyandırılmamak için direnen çocuklar vardı. Ve burnundan soluyan bir şair. Ne şair amma! Kağıtla kalemi barıştırmaya niyetli fakat ortalık karışık. Dökemediği her kelimenin nereye gittiği duvarın kırmızıya, elinin ise siyaha çalmasından anlaşılıyordu. Kaybetmişti, veya kazanamamıştı. Kazanamamaya kim öfkelenirdi ki. Kim kazanmak isterdi yada. Her kazanılan şeyde bir kaybetme olasılığı yatmıyor muydu. Yani kim kazanamamanın acısını böyle doludizgin yaşayabilirdi ki. Kaybetmişti. Elinde olanı kaybetmişti, evet. Gideceği yerler, tadacağı lezzetler, seveceği kadınlar, sıkıcı sohbetlerine dayanacağı ihtiyarlar.. Hepsini sayfelerde yaşamalıydı, yaşıyordu. Hayatın gerçekliğinden sıyrılmış, kelimelerin gerçekliğinde bir hayat sürüyordu. Tanrısıydı yaşamının, yaratıyordu kelimelerden kuklalar, sahici duygular. Tanrıya meydan okuyordu acizliğini geçip. Büyük oynuyordu, tüm küçüklüğüyle büyüklere oynuyordu. Hesabı sorma değil de hesabı tutuyordu. Yaşamalıydı tatminlerinin gölgesinde. 
Yatağındaki yarım biraya uzandı. Yudumladı, boynunu sandalyenin arkasına bıraktı. 
''Yapma Mono, her şey o kadarda kötü değil!''
Kafasına dikti kalanını, bilerek bıraktı dişlerinin arasından. Göğsünden aşağı inen zıkkım damlaları serinletti biraz. Ayağa kalkıp pencereyi açtı. Sigara yaktı, üfledi. Önce şehri ablukaya aldı dumanı, sonra birkaç ışık göründü. Ve geri geldi şehir. Gözlerini kıstı, beni gördü. Gördü ve yazdı.