29 Ekim 2016 Cumartesi

Sadist gecede delikanlılar,

00.50

Sokağı alt ederken bir moruğun yorgun adımlarıyla, üç kişinin gölgesi sırtıma düşüyordu. Gece sokağa düşmüş, sokaklar yalnızlığa. Muhtemelen şu dönüşte kıstıracaklardı. Her şeyin bilincinde olup olacakları önlemeye dahi yeltenmeden kendimi sahnenin acısına bırakacaktım. Boynuma giren sarı delikanlı beni yere kapaklamıştı, tekmeler vücudumda patlıyordu. Hala yüzümü ve karnımı neden kapattığımı bilmiyorum. Sokağın buza çalan betonunda bir genç evire çevire dövülüyordu. Neden sorusu bu gece de cevabını bulamıcaktı. Kaybedecek salt bir canımın kalması sakinliğimi dinç tutuyor, darbeleri sırtımdaki kulunca denk getirmeye çalışıyordum. En azından bir işe yaramalıydı tüm bu olanlar.

28 Ekim 2016 Cuma

altmışdördüncü basamak,

Saat 23.44



Zaman zihnimi yıllar öncesinde terk etmiş olmalıydı. Düzen dediğimiz stabil yaşam ise peşime düşmeye dahi yeltenmemişti. Bu altmışdördüncü basamak, az kaldı. Elimdeki fil anahtarlık, ucunda bir kilit. Eve giriyorum. Yuvasına giren anahtarı iki tur çevirdikten sonra kapının dili atıyor. Bu. İşte bu koca boktan bir karanlık. Anahtarı kapının diğer yüzüne yerleştirirken topuğumla kapıyı çarptım. Işığı açmaya yeltendim, sonrasında hemen toparladım, dizginledim hamlemi. Görmemeliydim aydınlıktaki yalnızlığın tonunu. Bir öksürük yapıştı boğazıma. Ah! Tanrım bu yankı zihnimi kesiyordu, bu boşluğun yankısı kulaklarıma asılan asabi bir babadan daha sancılı. Çeketimi astım vestiyere, düştü. Aslında her şey bir düştü. Tüm gerçeklik bir düş tü de, asıl gerçek şu evimdeki hazmedemediğim tiksindirici sessizlikti. Bir plağını taktım Tom'un, duvarıma geçirdi birkaç fıçı şarapla harmanlanan sesini. Dolaptan kaptım yarım bir bira. Oturdum yatağın köşesine, karşımda domuz gibi ölüme meydan okuyordu. Ben de canıma. Birilerini bekliyor, birilerini uğurluyordum. Oyun aynıydı, kaybetmekti. Kaybetmiştik.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Yalnızlığın dayanılmaz gerçekliği,

Çivisi çıkmış yaşama çivi niyetine çakılamazdık ya. Belki de bu korkunç realite ortaya çıkarıyordu içimizdeki aidiyetsizliği. Ait olamama! Yolda kalma, nereye gideceğini bilememe telaşı. Bu yüzden ceplerimizi bir umutla doldurduğumuz istençlerimizi kendi sınırlarımızdan dışarı çıkaramıyorduk. Bu istekleri içimizde yaşıyor, eritiyor, bitiriyor ve bitiyorduk. İki yüzlüydük, 'dışarıdakiler ve her ne kadar içimizde kimse olmasada 'içeridekilere gösterdiğimiz en az iki farklı yüzümüz vardı. Duvarlarımızı aşıp samimiyet bırakan dudaklar, rengi irinleşmemiş bakışlar lazımdı. Duvarlarımız öylesine korkutucuydu ki kimse gözüne kestiremiyor, gözüne kestirenler ise daha kendi duvarlarını aşacak takati kendilerinde bulamıyorlardı. Duvarların ardında duygular küfleniyor son yaşam seferleri geçiyordu. Ve ruhunun her katmanı yalnızlığın tecavüzüne uğrayan bir grup olarak manamızı gitgide kaybediyorduk. Fakat ya topluma en azından bir tarafından karışmak için samimiyetimizin kafasını ezebildiğimiz kadar ezip olmadığımız kişiliklere bürünecektik, ya da yalnızlığın dibinde bir yaşamın boynuna çökecektik. Göğsümüzdeki bu eksikliği bir şeylerle meşgul etsek de 'gece dediğimiz Tanrının siyah çarşafı tüm kirimizi önümüze seriyor ve biz zor bela sağlam çıktığımız her gece için ciğerlerimize ölüm tohumu ekiyorduk, gönlümüzde kurutulan çiçekler olsa da.